İKTİSADİ KAVRAMLAR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER
(nefs, tasavvuf, sosyoloji, iktisat)
· Abdülhalik Gücdevani Hazretleri, "Halktan ağırlığı kaldırmak gerek; bu da ancak helal kazançla olur!” buyurdular. "Hacegan" yolunda, el, helal karda, gönül ise doğrudan doğruya yardadır.
· "Ya eyyuhennasu entümul fükaray ilallah" (Fatr/15) tefsirinde buyurdular ki; İnsan oğlu Allah’a muhtaçtır. Allah, ezeli ilmiyle bildi ki, insan, beşeriyeti gereğince, su, ekmek vesair dünya sebeplerine ihtiyaç halindedir. Bu bakımdan her neye muhtaç olursa, bu ihtiyacın hakikati, Allah’a müftekar olmaktan başka bir şey değildir. Bu hikmetin ihtarı...
· Ve yine buyurdular; Boş yere sokaklarda dolaşır, durursunuz. Bari öyle bir iş işlemeğe bakın ki, halk sizden faydalansın... ve çalışın ki, çoklukta birlik müşahadesine varabilesiniz.
Bugüne kadar ki bölümlerde, mal, para, fayda ve insan eşya ilişkisinin iktisadi belirişlerini açıklamaya çalıştık. Malın vasıflandırılışını, malın servet faydası ve zati fayda zıtlığına sahip oluşunu vs. göstermeye çalıştık. Okuyucuya bu yolla, her türlü iktisadi unsurun, insanın nefs-ruh zıtlığını sergilemesi için gerekli araz olduğunu göstermeyi amaçladık. Aslın görünmesi için gerekli araz hikmeti malum. Bu manada iktisadi unsurlara atfedilen her nevi mananın, yani kavramların da bu ASIL ın gölgesi olduğu söylenebilir. Yani şunu demek istiyoruz, insan hakikatinden bihaber olanların, iktisadi, içtimai ve siyasi vs. gibi insanın davranış şubelerini temsil eden alanlarda söyledikleri, bir öncekinin yanlışını çıkarma ameliyesi olmaya mahkum kalıyor. Bu mahkumiyet batının iç hastalığıdır. Oysa İslam olanların bakışı farklı olmalıdır. Zira bizler nefs hakikatiyle birlikte onu ruha tabi kılmanın rejimine de sahibiz. Şöyle izah edelim: Her iktisadi nizam, onu doğuran fertler topluluğunun bağlı bulunduğu nefs-ruh makamına ait bir “dili” ifade eder. Eğer iktisadi nizamın üzerine bina edildiği ahlak aynı zamanda genel toplum ahlakı ise, bu toplumun davranışları üzerinden genel geçer teoriler üretmeye çalışanlar, sadece o topluma has teoriler üretmiş olurlar. Bu teoriler, bu tip bir toplumu arzular, talep eder. Eğer toplum bu teoriye uymuyorsa, teori toplumu dışlar, kendine toplum üretmeye başlar. Çünkü her teori bir “dil” dir ve az çok bir telkin gücüne sahiptir. Bir başka açıdan ise, eğer mesela toplum nefse esaret rejimini muhafaza ederken yine aynı nefse esaret rejimine bağlı bir felsefeci, toplumun bir bölümünün hakimiyetini diğerine tercih ederken farkında olmadan nefsin tercihleri arasında ilkleri iptale yelteniyorsa, bu tip bir nizam teklifi çökmeye mahkumdur. Buna misal verelim. Kapitalist ekonomiye eleştirisini yükselten ve onun devamı halinde, onun doğurduğu, emekçi sınıfının haklarını Komünist sistemde çözmeyi teklif eden görüş bugün yıkıldı, çözüldü. Bu yıkılış ve çözülüşü anlamak için, nefsin benlik iddiasının Komünist Sistemde iptalini görmek gerekir. Bu değerlendirmemizin yanlış anlaşılmaması için özellikle batının nefs gerçeğini bilmediğini, bu bilgisizliğinden ona muhalefetin rejiminden de habersiz olduğunu bilmek gerekir. Yoksa kimse komünizmi nefse muhalefetin rejimi olarak değerlendirdiğimizi zan etmesin. Kapitalist batı ise, toplum kesimlerinin çelişik menfaatlerini dengelemek rejimini güttüğünden hayatiyetini sürdürüyor. Yani batının iki kutbunun da karakteri aynı olmakla birlikte toplumun nefsini tatmin etmede Kapitalistlerin başarısını görüyoruz. İşte tam da bu yüzden nefse esaretin ahlakına bağlı batı toplumu, kapitalist sistemi tercih ederek, komünist sistemi dışlamıştır. Komünist sistemin başarısı ise, kapitalizmi reforma zorlaması oldu. Bunu da komünist sistemin telkin gücüne bağlamak lazım.
Dolayısı ile biz batının iktisadi temsilcisi sıfatıyla liberal-kapitalist anlayışı değerlendireceğiz. Yukarıda yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı üzere biz liberal-kapitalist anlayışı, batının kendi serüvenini (tarihiliğini) de dikkate alarak nefse esaretin ahlakına bağlı bir toplumun fikri zuhur zemini olarak kabul ediyoruz. Bize göre batı toplumu, burjuvazisi-işçisi, kadını-erkeği, siyasi rejimi, hukuku ve ürettiği diğer tüm unsurları ile teker teker ve nihayet bir bütün olarak bu illetle muzdariptir. Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun, Başyücelik Devleti (Yeni Dünya Düzeni) eserinden bir iktibas:
"Ortak iyilik" ve "ortak yarar" kavramları, felsefenin bir türlü aradığını bulamaz bir devr-i daim içinde görünmesi, hayatın hakikatine nisbetle pratik hayatı düzenleyememesi, herşeyden önce kralların keyfiliği ve kiliseye tepki, bu hususlar çerçevesinde de "hak ve haksızlık" ile "hakikat" arasındaki ilişkinin bir türlü belirtilememesi sonucu, "hâli-pratik faydayı" göz plânına dikici "ihtiyacın" kavramlarıdır.
Düşman bilinmeyince, düşmanı bildiren bilinmeyince, mücadelenin manasızlığının ağırlığı tüm eziciliğini his ettirir. Devekuşu misali, hakikatin arayışı bir kabusa dönüşünce kafalar toprağa gömülür. Artık arayış biter, anlamlı olanın sadece görünen hayat olduğu ve bu hayata ne yarıyorsa onun yapılması gerektiği genel kabul görür. Pratik fayda mülahazası, tecrübe ile birleşir ve ortaya liberal rejim çıkar; çaresizliğin zorunluluğu, nefsin en azmanına kapıyı aralar! Batı başka ne yapabilirdi ki. Bu tecrübeye dayalı olarak iskeletini kuran batı toplumu için liberalizim can simidi oldu.. İnsana merhamet nazarıyla bakan birinin bu manzara karşısında hislenmemesi mümkün değil. Allah’tan ve Peygamber’inden mahrumluğun hazin öyküsüdür bu. Bu arada doğu, onu temsil eden biricik İslam dünyasıyla, kendi halinde derin bir gaflet uykusundadır. Doğu ve batının bu hali tabii olarak batının bir dünya kültür ihracatçısı olması sonucunu doğurdu. Yani illet her yere bulaştı bir virus gibi. Buyrun izleyelim, yine aynı eserinden Sayın Mirzabeyoğlu’nun:
"Bilindiği üzere, günümüz dünyasında fert, fertle toplum, toplum yapısıyla devlet yapısı, devletle devletler, bir toplumdaki çeşitli sosyal gruplar ve sınıflar arasındaki ilişkiler, kısaca; fert hayatı ve onunla içiçe olan sosyal hayatın her türlü "münasebet" ve "oluş-kuruluş"ları hakkında en çok duyulan kavram "buhran"dır... Buhran, özellikle emperyalist ülkelerin ekonomiye bağlı siyasî ve stratejik yarar anlayışlarının "az gelişmiş ülkeleri" düşürdüğü hâlin ifâdesi olmanın ötesinde, bilindiği gibi, bütünden parçaya ve parçadan bütüne kadar her türlü münasebet ve oluşu kuşatıcı, dünya çapında bir görünüşün ifâdesidir”
Maksadımız alıntılar yaparak kendimizi delillendirmek değil. Hususi olarak batı iktisadını kuşatıcı bir değerlendirmenin eşliğinde nefs gerçeğini işaretlemek. Zira ümidimiz odur ki, bu gerçeğin kabulü veya kabul ettirilebilmesi halinde batıya da doğuya da şifanın yolu açılmış olacaktır. Hastanın şifa bulması için ilk önce yapılması gereken hastaya hastalığını kabul ettirmektir. Batının ilk önce anlaması gereken doğal düzen fikrinin, mevcut anlayış korunduğu takdirde son tahlilde nefsin zulüm düzeni anlamına geleceğini kabul etmektir. Bu platform vasıtasıyla hakikat arayıcılığında samimi batı dehasına şu haberi uçurmak derdindeyiz; insan hakikatinde gizli-sır bir nüve var, her türlü bela da rahmet de buradan geliyor! Buna dair ne biliyorsunuz? Tek başına tabiyatı taklit ederek, insan hakikatini buna bağlamak insanı eşyaya bağlamaktan başka bir mana ifade etmez. İnsan herşeyden önce bir iç mücadele rejimini yaşayandır.
Eral pasifikte orta büyüklükte bir adada yaşayan topluluğun ismi. Dünya akmış durmuş, onlar her şeyeden habersiz, akmış durmuşlar. Bir gece, bulutsuz ve berrak bir gece, ahali evlerine çekilmiş istirahat ederken gökyüzünden bir uğultu işitilir. Ahali dışarı fırlar, uğultunun geldiği yöne bakar ve dehşetle parlayan bir şey görür. Şey yere doğru hızla çakılır ve bir alev topu adanın Tanrılar Sahili tarafından yükselir. Bu hadise Eral ahalisi için bir olağanüstülüğün habercisidir. Korku ve dehşetin hissinin beslediği ilk panik atılınca, ahali reislerinin evinin önünde toplanır. Reis göz hesabıyla yeterli kalabalığın toplandığını görünce herkese sakin olmasını öğütler ve bu olayın mutlaka aydınlatacağına emin olduğunu söyler. Bu amaçla ihtiyarlar heyetini toplama kararını bildirir. İhtiyarlar heyeti şafak sökünceye kadar toplanır, bir ara büyük danışman büyücü Zahtaq çağrılır ve nihayet karar açıklanır. Karara göre bir keşif kolu, Tanrılar Sahili’ne, şeyin düştüğü yere gidecek ve ihtiyarlar heyetine durumu bildirecektir. Keşif kolu gider ve gelir. Yüzleri anlamsız bir tuhaflık hissiyle yoğrulu, yorgun ihtiyarlar heyetinin karşısında, toplanan çeşitli malzemeler alana serilmiş, keşif kolu oldukça garip hareketler eşliğinde gördüklerini anlatmaya çalışır. Fakat anlamak mümkün değildir. Bu arada Büyücü Zahtaq bir nevi kendinden geçme halinde birden yerinden sıçrar ve alanda parlak ve ağır bir sopayı kavrar ve bağırır; Tanrıların yüce asası önünde eğilin!... Artık tekerlek mili kudretli asa, uçaksa kavgada yenilen tanrının esrarengiz kuşudur. Tanrılar Sahili yasak bölge ilan edilir!
Bu hikayeciği boşuna anlatmadık tabii, düşününüz mücerretten müşahhasa doğru, doğrusu şudur budur diye ortaya atılan her fikir veya pratik, üzerinde icraasını sergilemeye çalıştığı ahalinin şuur seviyesince, olduğu gibi değil de anlamak istendiği şekliyle kavranır. Misal, iktisatta Kapitalist Sistem’in kendine dayanak kıldığı varsayımlardan “Özel Teşebbüs Hürriyeti”nin ahalinin de çıkarına en iyi şekilde hizmet edeceği görüşü pratikte bu kavrama biçilen rolden bambaşka rollere hizmet etmiştir. Hikayecikte tekerlek mili nasıl, kudretli asaya dönüştüyse, bu kavram da batıda lafzen değil fakat manası itibariyle sömürgeciliğin kudretli zemini olmuştur. Ahali kültürüne bağlı olarak değil de, fertlerin bilgisizlik, ilgisizlik vs. gibi sebeplerden ötürü nefse esaretine bağlı olarak, teklif edilen kavramların farklılaştırılması da aynen hikayede anlatılan esasa benzer bir durumdur. Buna göre özel teşebbüs hürriyeti her ne kadar batıda ortak yarar, ahalinin faydasının en fazla biçimde sağlanması biçiminde ele alınmışsa da burjuvazi bu kavramı, nefsinin ihtiraslarına bir paravana gibi kullanmıştır. Aynı durum demokrasi için de geçerlidir. Batıda nefs, mahkemesiz ve kanunsuz bir memleketteki haydut gibi, faydasını devşirebileceği her alana el atmaktadır. Halbuki özel teşebbüs hürriyeti, emeğin hakkı, kıymet problemleri vs. gibi tüm bu ve buna benzer kavramların nefse hiç pay bırakmayıcı şekilde yerli yerine oturtuluşu herşeyden önce “Mutlak Ölçüler” manzumesini şart koşar. İkinci bir şartsa, “Mutlak Ölçüler”e muhatap olan anlayışın doğruluğudur. Zira ne nefsidir, ne değildir bunu ayırt etmek için bir mihenk lazım. Batı bu mihenkten mahrumdur. Batının mihenk arayışı ve bunun serüveni Sayın Necip Fazıl Kısakürek’in “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” adlı eserinde harkulade bir biçimde anlatılmıştır. Bir devr-i daim şeklindeki bu arayış nihayetinde arayışı terk noktasına gelir ve tıkanır. Artık herşey kuru bir “faydacılık-yararlılık” anlayışına terk edilir. Bu manada faydacılık-yararlılık anlayışı, nefsin aklı, ruhu ve bunlar yolu ile herşeyi esir almasıdır. Buna misaller verelim; din yararlı birşeyse neden varlığı korunmasın ki, cephede savaşan askerlere bir cennet lazım, öyle ise din korunmalıdır. Sürekli karını düşünen, menfaatperest bir tip, sermaye mallarını en verimli şekilde kullanmak için ve onu en iyi şekilde korumak için en iyi tipse bu tip ekonomiye hakim kılınmalıdır. Bencil, cimri, hasis bir adam sermayeyi ziyan etmediği için savunulmalıdır. İşçi dindar olmalıdır zira mal ona emanet edilir, kaytarmaması gerekir vs...
İnsan beşeriyeti icabı dünya sebeplerine muhtaçtır. İnsan her neye muhtaç olursa olsun, bu ihtiyacın hakikati Allah’a müftekar olmaktan başka bir şey değildir. Daha önceki yazılarımızda malın zati faydasının yanında, hükmetme gücü sağlayan servet faydasının da bulunduğunu belirtmiştik. Bir şeyin servet faydası olabilmesi için o şeyin zati faydasının da olması gerektiğini de. Zati fayda insanın o şeye muhtaç olmasından doğar. Servet faydası ise hükmetme ihtiyacından. Dolayısı ile hükmetme ihtiyacının hakikatini de Allah’a muhtaçlıkta buluyoruz. Öyleyse nasıl oluyorda servet faydası ve zati fayda zıtlık belirtiyor. Zira biz biliyoruz ki bu iki zıt fayda aynı hakikatin zuhur zeminidir. Şeylere karşı duyulan ihtiyaç, şeylerin insan üzerinde hakimiyet kurabildiğini göstermesi demektir. Şeylere hakim olan, insanlara da bir ölçüde hakim olabilir. İnsan eksiktir ve tamlık tarafından taciz edilir. Mal insanı tamamlar. Bu tamamlayışta eşyada teccelli eden Allah’ın sıfatlarını, O değil O’ndan olanı görmek gerekir. Ve Allah’ın her sıfatının tecellisinde Rahmet tecellisi. Dolayısı ile bu zıtlık Rahmet birliğinde birleşir. Nasıl?... Servet faydası ve zati fayda hangi şartlarda rahmettir. Mülk Allah’ındır, yani servet faydası ve zati faydayı bize sunan mal emaneten bize teslim edilmiştir. Yani zati fayda da servet faydası da mal gibi emanet hükmündedir zira onun ayrılmaz bir cüzzüdür. Dolayısı ile mal aracılığı ile elde edilen hakimiyet, ona malik olana verilmiş bir emanet olarak ASIL SAHİBİNİN RIZASI şartı altındadır. İşte nefs-i emmare bunu şiddetle red ederek, bu hakimiyeti kendine bağlar!... Nefs bu hakimiyeti kendine bağladığında ise servet faydası ile zati fayda zıt gibi görünür ve fitne çıkar, yeryüzünde bozgunculuk başlar! Servet faydasının ve zati faydanın rahmet sırrında birliği ancak nefsin derece derece geri püskürtülerek alaşağı edilmesiyle zuhur eder ki bu yeryüzünde bereket doğurur. Demek ki biz dünyanın siyasi, içtimai, hukuki ve iktisadi portresine bakarark, insanoğlunun içtimai konumunu işaretleyebiliriz. Birincisi; Nefs-i emmarenin, genişliğine toplum düzenini isimlendirmek üzere; Cahiliye toplumu! Cahiliye toplumunun hakikatini de Peygamber (S.A.V)’in devrinde O’na karşı çıkanlar topluluğunda aramak lazım. İkincisi; Hakikat-i Ferdiye’nin gölgesinin üzerine düştüğü Sahabeler Kadrosu-Topluluk Hakikati; Rahmet toplumu! Üçüncüsü ise Rahmet toplumu ve Cahiliye toplumu arasında sıralanan diğer toplumlar! Ayırıcı sınır Ehl-i Sünnet çizgisdir!...
Anlatılanlara göre kapitalizim ve marksist sosyalizm, Asya tipi üretime dayalı iktisadi anlayış, Feodal tarım düzeni vesaire gibi “Mutlak Ölçüler”e zıt tüm ...izimler Cahiliye toplum düzeninin iktisadi rejimlerini ifade ederler. Hakikati ise, söylendiği gibi Peygamber (S.A.V.)’in devrinde O’na karşı duranlar topluluğu!...
Nefsin mertebeleri bahsinden ilhamla içtimai bir derecelendirme, yaklaşım veya vasıflandırma yapılabileceği görüşünde olduğumuzu belirtmek isterim. Bunu peşin hüküm olarak kabul ediniz. Çok yoğun bir biçimde fert-toplum meselesini iktisadi vasatta şekillendirmeye çalışırken birden bire insanın hakikat yolculuğunun İslam Tasavvufu’nca Nefse nisbetlle vasıflandırılışından, içtimai bir vasıflandırışa sıçrama yapılabileceği ilham oldu. Fakat bu nasıl hayatı izah edebilir? Eğer mesela hakim durumun nefse şiddetli esaretini temsilen Cahiliye toplumu diye tek bir toplum olsaydı eğer, çeşitli davranış biçimlerine sahip bir çok tip toplum olamazdı. Bu çeşitliliğin kaynağı nedir? İşte bu aşamada cevabı yine İslam Tasavvufu’nda gördüğümüz bir yaklaşımla bulabileceğimizi seziyorum. Şöyle ki, bilindiği gibi insanları birbirinden ayıran hakim karakterlerin varlığı bir bedahat. Aynı şekilde eğer dikkatli nazarlarla bakarsak, çeşitli toplulukların da hakim, baskın karakterlerle vasıflandırılabildiği görülecektir. Bunun hakikatini mahlukun Allah’ın Sıfatları’na tecelli zemini oluşunda buluruz ki, bahsin inceliğine binaen okuyucuları sağlam eserlere yönlendiriz. Yani şunu demek istiyoruz, mesela Cahiliye toplumu diye vasıflandırdığımız birbirinden farklı ve hatta karşıt toplumların bu farklılık ve karşıtlığı Allah’ın tecellilerine, baskın Sıfatlarına bağlı olarak açıklanabilir. Bu yolla da temel vasıflandırılışa- Rahmet, Cahiliye ve diğerlerine- bağlı olarak bir iç vasıflandırış mümkün olabilir. Bunu şu açıdan mühim görüyorum ki, bu usul bize her sahada muhatap olunan içtimai vasatı doğru tahlil etmek ve buna bağlı olarak doğru çözümler sunabilmek için anahtar bir rol taşıyabilir.
Açıklamalarımızı dır ve tır kesinliğinden azade kılarak hemen şunu peşinen ilan edelim ki bu usul teklifi, sadece bir tekliftir. Tümüyle çöpe atılabileceği gibi, kaba bir mermer kütlesi gibi kabul edilerek, olgun bir esere dönüştürülebilir.
İKTİSADÎ KAVRAMLAR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER- (Marjinalizim üzerine,
"Tüccar... Sermaye kuvvetiyle malı bir elden bir ele aktarıcı basit ve hasis tavassut rolünün üstünde, içtimai ve iktisadi toplama ve dağıtma memurluğu zihniyeti; ve kör nefs menfaatine zıtlık şeciyesi... Bu ruha bağlı, istendiği kadar kazanış ve kazandırış ve her yıl kazancının kırkta biriyle devlet hazinesini besleyiş...”
N.F.KISAKÜREK (İdeolocya Örgüsü)
Geçen yazımızda iktisatta faydacılık akımına giriş mahiyetinde bir şeyler karalamıştık. Zira liberal iktisadı filizlendiren, fikri-ahlaki temel batıda iki önemli unsura dayanmaktadır; doğal düzen fikri ve faydacılık.
İktisatta faydacılığın en müşahhas ve parlak zuhur zemini marjinalizim ile kendini gösterir. Lozan-Avusturya Okulu da deniliyor. Kısaca bilgilendirelim değerli okuyucuları:
"Marjinalizim, üretimde veya tüketimde kullanılan unsurların en son biriminin üreticiye veya tüketiciye sağladığı menfaati, iktisadi analizin temel açıklayıcısı kabul eden görüştür.”
Bir misal verelim; masa üstünde 10 bardak su hayal edin, karşısında susuz kalmış bir adam. Bu adamın sırayla suyu içerken her bir bardaktaki tatmin derecesi ne olacaktır? Cevap bellidir, kişi her bir bardakta gittikçe azalan oranlarda tatmin olacak ve en nihayet doyuma ulaşacaktır. Misalimizden de anlaşılacağı üzere tüketilen her bir birimin farklı tatmin dereceleri vardır. Buna Marjinal Fayda diyoruz. Aynı misalden anlaşılması gereken bir diğer şeyse, Azalan Marjinal Fayda Kanunu. Üretimde ise, kullanılan her ek birim emeğin veya sermayenin üretime yaptığı katkı Marjinal Verimlilik, üretimde kullanılan unsurun sağladığı katkının giderek azalması Azalan Marjinal Verimlilik Kanunudur. Sanırım anlaşıldı.
Liberal iktisat, ferdin hem girişimci hem de tüketici olarak serbestisini savunurken, ferdin kendi menfaatini en iyi şekilde koruyabileceği ve elindeki kaynakları hangi mal veya hizmetin üretiminde kullanacağına en iyi karar verebileceği varsayımına dayanır. Bu varsayımların zımnında kabul edilen diğer bir varsayım ise ferdin seçimlerinin toplum için de en iyi seçimler olduğu varsayımıdır. İşte marjinalizim bu noktada liberal-klasik iktisadın en önemli savunma zemini olmuştur. Kendi içinden gelen eleştiriler yok değil tabii.
Dilerseniz bu ön bilgilendirmeden sonra, marjinalizimin ve liberalizmin temel iki çelişkisini açıklamaya çalışalım:
Üretimde verimlilik veya tüketimde gelirin etkin kullanımı söz konusu olduğunda; marjinal yaklaşım, dayandığı fayda kavramı açısından, ancak yaşam tarzına bağlı bir şube olarak bir değer ifade edebilir. Yani bir içtimai yapıdan diğerine değişen “fayda”nın bütün insanoğlu için aynı şeyi ifade ettiğini iddia etmek düpedüz cehalettir. Fakat bu gerçek kabul edildikten sonradır ki teknik olarak “fayda”nın o toplum için neyse o manasında analiz yeteneği kabul edilebilir. En temel ihtiyaç malları olan yiyecek ve içeceğin BİRİKTİRİLMESİ değil de kesintisiz tüketiminde veya gelir sınırlaması altında ancak işleyen bir analizdir. Bu tür faydaya zati fayda diyelim.
İkinci ve en önemli çelişki ise bir şeyin bizatihi tüketilmesinden elde edilen fayda ile ona malik olmanın sağladığı faydanın karıştırılmasıdır. Misal eğer bir iktisadi faaliyet bu ister tüketim isterse üretim olsun sadece İHTİYACA dayalı olarak yapılıyorsa, sözgelimi 15 tane araba sahibi olmak veya 15 çift ayakkabı almak hangi cins “Fayda”dan kaynaklanır. Öyle ise eşyanın bizatihi faydası olduğu gibi, kendi varlığını doğuran ihtiyacın dışında da sağladığı bir fayda daha vardır ki biz ona hükmetme gücü sağlayan “SERVET FAYDASI" diyebiliriz.
Eğer iktisadi faaliyetlere mevzuu teşkil eden eşyanın sadece “zati fayda”sı olsaydı, iktisadi analiz liberal iktisatçıların kullandığı şekliyle ilkel ve kaba olabilirdi. Fakat esasta aynı eşya, ruhun da icra zemini olarak “servet faydası”nı da ihtiva ettiğinden iktisatta faydacılık yaklaşımı bugün eksik kalmıştır.
"Servet faydası” eğer incelenecek olursa Marjinal Analizin tersine işlemeye başladığı görülecektir. İlk başta verdiğimiz misallerden yola çıkalım. Bir masada 10 bardak su ve susuz bir adam. Bu adam sırayla içtiği her bir bardaktan bir öncekine göre daha az fayda sağlayacaktır, buna AZALAN MARJİNAL ZATİ FAYDA diyelim. Öyle bir bardak sayısına ulaşacaktır ki artık doyuma ulaşır. Misal olarak 5.bardak olsun bu. Bu duruma göre 6.bardak eziyete dönüşeceğinden toplam fayda düşer. Fakat bu adam geriye kalan 5 bardağa da sahip olmak ister mi? Tecrübe bize gösteriyor ki ister. Adama 6.bardağı verdiğinizde bu isteğinin tatmininden ötürü memnun olur. 7.sinde daha fazla memnun olur...vs. Bu memnuniyet sayılar arttıkça daha da şiddetlenerek artacaktır. Biz buna ARTAN MARJİNAL SERVET FAYDASI diyelim. Allah Rasulü’nün (S.A.V.) Uhud Dağı kadar altını olanın bir o kadar daha altını arzulayacağını belirttiği mübarek hadis-i şerifini hatırlatalım.
Artan marjinal servet faydası kavramı bilinen iktisadi hiçbir doktrinde bugüne kadar kullanılmış değil. Fakat marjinalizime yöneltilen eleştirilerde şahsi servet düşkünlüğü vs. gibi teknik analize dahil edilemeyen bir mefhum halinde kullanıldığını biliyoruz. Tabii ki bunun iktisat alnında önemi olmakla birlikte, analiz imkanı verecek tarzda kavramlaştırılamamış olması analizi eksiklikten kurtarmıyor.
Keynes, para talebini üç temel saike bağlar; birincisi ihtiyat amacı ile talep edilen (elde tutulan) para, yani kötü gün dostu nazarıyla elde tutulmak istenen para, ikincisi işlem amaçlı para talebi, günlük olarak ihtiyaç duyulan para, üçüncüsü ise spekülasyon amaçlı para talebi, piyasanın imkan tanıdığı bir kısım fırsatları kullanmak için ihtiyaç duyulan para. Dikkat edilirse burada talebe konu olan paraya, sadece işlemlerimizi yürütmek, geleceğe dönük endişelerimizi bastırmak kabiliyeti yüklenmiyor, o aynı zamanda servet biriktirme kabiliyetine de sahip bir unsur olarak telakki ediliyor. Paranın servet biriktirme aracı olma vasfının bariz oluşu, diğer mallarda da servet etkisinin olmadığını göstermez.
Servet faydasını hükmetme gücü olarak açıkladık. Malınız ne kadar çok olursa o kadar çok kişiye iş yaptırabilirsiniz, sözünüz dinlenir, yerine getirilir, yani malınız size diğer insanlar üzerinde iktidar gücü verir vs... Eğer dikkat edilirse burada mal hükmetme gücü veren araç özelliğine sahiptir ki, bu özellik malda alternatiflerine göre öylesine şiddetli zuhur etmiştir ki cazibesi cihanı kaç kez karıştırmaya yetti. Malın bu hükmetme gücü diğer insanlara zati fayda ifade etmesinden doğar. Yani malsız hayatı idame ettirmek mümkün değil!... Sayın Selim Gürselgil’in bahsini araladığı korku felsefesinin dahiline girer mi bilmem, fakat şurası açık ki eğer tüm malların herkes açısından sonsuz sahipliği mümkün olsaydı, mal çöp olurdu (kast ettiğimiz kullanım kıymeti değil, değişim kıymeti), hayatı idame ettirme korkusu kalmazdı. Gelin bunu daha teknik bir dille ifade edelim; gelir dağılımının adil oluşu malın hükmetme gücünü zayıflatır. Tersi bir ifadeyle elinde mal bulunduranlar gelir dağılımının bozulmasıyla hükmetme güçlerini arttırırlar.
Paralı ekonomiye geçişle birlikte para diğer mallara nisbetle, servet faydası bakımından kıymetini arttırdı. Özellikle paranın her an her türlü malı satın alabiliyor olması ona malların üzerinde ve fevkinde bir iktidar kazandırdı. Daha önce bizzat altın ve gümüş olan para ki buna mal-paranın bir sonraki aşaması olarak yarı mal-para nazarıyla bakabiliriz, daha sonra altına bağlı kağıt paraya vs şeklinde gittikçe maldan-reelden koparak bağımsızlığını ilan etti. İktisatçımız Sayın Süleyman Dal’ın bankaların kaydi para üretimi konusunda belli bir sınırlama getirilmesini gerekli görmesini bu manada değerlendirmek gerekir. Buna ilave olarak devletin de karşılıksız para basmasına sınırlama getirilmesini ekleyelim. Özellikle dış para-dövizin ve altının iç piyasada serbest tedavülü bizce kesinlikle sınırlandırılmalıdır. Tedavül parasının ikamesi “adese” parası gibi bir nevi mal para ile olabilir.
Paranın izah edildiği biçimde sınırlandırılması iktisadi hayatın esnekliğini olumsuz etkiler mi? İktisat ilminde bilinen bir gerçektir ki para vücuttaki kan gibidir. Kan eksikliği (anemi) veya kontrolsüz kan üretimi (lösemi) istenmeyen bir durumdur. Fakat aynı zamanda para tüm organlara ihtiyacı kadar taşınmalıdır. Ne fazla ne de eksik. Para meselesi böylece iki meseleye ayrılabilir; birincisi milli gelir-iktisadi kapasiteye göre ihtiyaç duyulan para miktarı, ikincisi de her bir iktisadi unsurun ihtiyaç duyduğu paranın tespiti. Tabii bu bir misal. Bazı işgüzarların bu misalden yola çıkarak anlamsız yorumlara kapılmasını istemeyiz. Maksat anlayışı temin etmek.
Marks paralı ekonomiye geçişin ilk devresinde üretim faaliyetinin amacını; ihtiyaç duyulan malları edinebilmek için gerekli paranın temini olarak açıklar. M-P-M (mal-para-mal) şeklindeki ifadeyi bunu anlatmak için kullanır. Yani mal üretiyorsunuz niçin? Para elde etmek için, pekiyi parayı niçin istiyorsunuz? İhtiyaç duyulan diğer malları satın alabilmek için. İktisadi faaliyetin karakteri budur. Fakat daha sonra bu P-M-P şekline dönüştü. Yani iktisadi faaliyetin nihai amacı para-servet birikimi oldu. İyi de niçin para-servet birikimi? Servet birikiminin insan hakikati açısından izahı ndedir? Kaldı ki servet illa para şeklinde olmaz. Gerçi bugün Kapitalist Sistemin geliştirdiği mali kurumlar ve araçlar paranın önemini olması gerekenden fazla arttırarak bu ilişkiyi P-P-P ya çevirmişlerdir. Tamam da ister mal birikimi-sermaye birikimi isterse servet birikimi şeklinde olsun mal-para birikimi olan servet niçin istenir? Es geç felsefesini, bilimsel sahanın dışındaki konular bizi ilgilendirmez kabalığı ile örtmenin manası yok. Açık gözlülük anlaşıldı herhalde. Şimdi buradan yola çıkarak çok önemli gördüğümüz bu konuyu Sosyalist-Komünist Sistem açısından değerlendireceğiz. Bilindiği gibi işçi sınıfı adına devlet mülkiyetini savunan bu görüşe göre, mal üretimi ahalinin ihtiyaçlarına matuftur. İyi de neyin, niçin! ne kadar üretileceğine kim karar verecektir? Eğer buna karar verenler varsa ki var teşebbüs var demektir. Yok diyorsan o zaman devlette mülkiyetin ne işi var? Hani girişimci sınıf yoktu, yok olurdu. Devlet gücünün tekelinde, üretimin amaçlarını ve bu amaçlara ulaşmak için gerekli politikaları uygulamak perdesi altında sırıtan şu yüze bakın, hükmetme gücünün esiri bir tiptir bu. Marksistte göre her şey iktisadi ilişkilerle açıklandığına göre, sömürü sihirli anahtar. Kapitalist sistemde mal servet faydasının aracı iken, Sosyalist sistemde bu araç devlet makamı olur. Kapitalist sistemde hükmetme sayikiyle mülkiyet avcısı olan burjuvazi , Sosyalist sistemde mülkiyeti zaten elinde toplamış makamın avcısı olur!.... Üretim ilişkisini değiştirmekle insanın ahlakının değişeceğini sanmak, daha doğrusu ahlakı üretim ilişkilerinin bir ürünü kabul etmek ve böylece değişenin, devraldığı burjuva ahlakının istismar edeceği unsur olan mal veya makamdan ibaret kaldığını ıskalamak düpedüz ahmaklıktır. Misal olarak, bilmem kaç yıllık bir mülkiyetsizlik rejiminden sonra, çöken sosyalist ülkelerde peydahlanan bürokrat menşeyli burjuva sınıfı kafidir. Öyleyse mesele insan hakikatine dayanır!... Yani Ruhçuluğa!... Yani Doğru Ahlak Anlayışına!...Her iki görüşü savunanlara, ki aralarında samimi fikir-ahlak çilesi çeken seçkin yaratılışlıların olduğunu biliyoruz ve onlara sesleniyoruz; gelin!...Aziz Peygamber’in (SAV) tebliğ ettiği biricik hak din olan İslam’ın ortaya koyduğu NEFS GERÇEĞİNİ KABUL edin!... Bu gerçeğin kabul edilmeden hiçbir şeyin çözülemeyeceğini görün!... Bu kabul ediş ve görüşten sonra gelin NEFSİN ESARETİNDEN KURTULUŞUN mimarisini birlikte kuralım!.. Samimi ve ciddi çabalarınızın ve arayışınızın birikimiyle gelin!... Zira bu çaba gerçekten takdir edilecek kadar büyüktür fakat ne yazık ki adil neticeler doğurmadı, doğurmuyor!..
İşin bizcesi peşinen şudur; servet faydası bugün nefs-i emmarenin oyuncağı olmuştur. Liberal ve sosyalist sistemler nefs-i emmarenin kötüyü şiddetle emretmesine imkan tanıyan en verimli zeminlerdir. Bütün mesele servet faydasının nefs tarafından istismarını engelleme kabiliyetine sahip yegane hukuka bağlı BD-İBDA dünya görüşünün İktisadi ve Hukuki Nizamını inşa edebilmekte. Sayın Necip Fazıl Kısakürek’in belirttiği gibi kör nefse zıtlık seciyesi ve bu seciyenin nizamı!...
Elek ne güzel bir alet!... Uygun olanı hür bırakan!... Bu manada mal ve para üzerinde iktisadi tasarruf gücüne elini sürme hürriyeti, bütün insanlığın hayrına en iyi tüccarlara teslim edilmelidir. Tüccardan kastımız dar anlamıyla özel teşebbüs değildir. Tüccar, nefse zıtlık seciyesinin mümessili olarak özel, kuta veya devlet teşebbüslerinin hepsinde servet faydasını kullanma hakkına sahip sınıfın adıdır. Ahiliğin ne ifade ettiğini buradan anlamak lazım. Öyleyse bizde girişimci sınıfın adı burjuvazi değil, tüccardır. Tüccar sermaye sahibi olmakla olunmaz, tüm mesele bu inceliktedir ve bu meselenin halli yepyeni bir kuruma götürür bizi; kuta sisteminde Tüccar Ocağı!....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder