14 Ağustos 2017 Pazartesi

BÜYÜK DOĞU İBDA DÜNYA GÖRÜŞÜNE GİRİŞ (Şeriat-Tasavvuf-Dünya Görüşü)

                


TAKDİM

Bu kitapçığın hazırlanış gayesi Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşü'nü tanımayan fakat belli bir İslamî müktesabatı olan kişilere elden geldiğince külliyat okumaları öncesi hazırlayıcı bir ön fikir vermek ve sağlıklı bir bakış açısı kazandırmaktır. 


Çalışmada öncelikle "dünya görüşü" kavramı ile neyin kast edildiği izaha çalışılmış ve bu izaha bağlı olarak "dünya görüşü"nün İslamî yönden niçin bir zaruret belirttiği konusu en basit haliyle işlenmiştir. 


Kitapçık iki bölüm halinde hazırlanmıştır. Birinicisi "TEMEL METİN" bölümü. Bu bölümde "dünya görüşü" meselesinin dinî kaynağı ve diğer kadim kurumlar olan "şeriat ve tasavvuf" ile olan nisbeti (ilişkisi) izah edilmeye çalışılmış, ikinci bölümde ise birinci bölüme bağlı olarak "AÇIKLAMALAR VE İZAHLAR" başlığında akla gelebilecek sorulara cevap verilmiştir.



Çalışma, Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşü'nü doğrudan doğruya ele almamakta ve bu konudaki meraklılarını Büyük Doğu-İbda Külliyatına havale etmektedir.


Dünya Görüşünün gerekliliği diğer bir çok yönden ele alınabilir. Bizzat Büyük Doğu-İbda Külliyatı'nda bu mevzu etraflıca izah edilmiştir. Bu hususu dikkate alarak bu çalışmanın mevzuyu kayıtlayan bir keyfiyette olmadığını belirtmek durumundayız. 






TEMEL METİN



TEMEL KAVRAMLAR


Dünya Görüşü (İdeolocya Örgüsü) : Dünya Görüşü, insanoğlunun temel meselelerinden başlamak üzere tüm insanî oluş ve kuruluş sahalarını kuşatan sistemli ve tezatsız fikir örgüsü demektir. 


Buna göre; Temel meseleler, en geniş anlamıyla varlığın hakikati, insanın hakikati ve mutlakın hakikati nedir sorularına karşılık gelen hususları belirtirken, insanî oluş ve kuruluş sahaları ise devlet, hukuk, iktisat, sanat, bilim, eğitim vb gibi insanın varlığına bağlı tüm oluş ve kuruluş sahalarını belirtir. 


Batı dünyasından neşet eden dünya görüşleri Marksist, Libral-Kapitalist ve Faşist Dünya Görüşleri olmuştur.


Eşya ve hadiseler: İnsanın hayat boyu karşı karşıya kaldığı ve idrakine mevzu edebildiği bütün varlık ve oluşlar. Bir mânâda, temel meseleler gibi mücerret (soyut), insanî oluş ve kuruluş sahaları gibi müşahhas (somut) bütün şeyleri ve değişimlerini ifade etmek üzere kullanılan bir terkibî kavram. 


Mücerret meseleler; varlık, zaman, bilgi ve değer gibi meseleleri kapsar iken, müşahhas meseleler; insanî oluş ve kuruluşları ifade eden devlet, hukuk, iktisat, psikoloji, sosyoloji vb gibi sahaları ifade eder.


Tatbik Sistemi: Bir dünya görüşünün müşahhas meselelere tatbikine ait tezatsız teklifler manzumesi. 


Daha geniş mânâda ele alındığında dünya görüşü karşılığında da kullanılabilir. 


Mutlak Ölçüler: Zaman ve mekân üstü ölçüler. Bütün zaman ve mekânlarda geçerli olan ölçüler. Eşya ve hadiseleri bütün zaman ve mekânlarda ölçülendirebilen ölçüler. 


Mutlak ölçülerin hakikati; Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyas usûlüne bağlı olarak "Sünnet ve Cemaat ehli" tarafından ortaya konulmuş olan İlahî ölçülerdir. 


Bu müşahhas karşılığına nisbetle mutlak ölçüler tabiri mücerret bir keyfiyeti belirtir. 


Mutlak Fikir: Mutlak Ölçülerin insan tefekkürü yönünden belirttiği vasıf. Yani eşya ve hadiselerin empoze ettiği meseleleri tefekkür konusu yapan insan için mutlak ölçüler, mutlak fikir belirtir.


İslama Muhatap Anlayış: Mutlak Ölçülere karşı takınılan ruhî tavır ve buna bağlı olarak yaklaşma usûlü ve ölçülerini belirtir. 


Büyük Doğu'da Reformacı, Ham softa kaba yobaz, Derin ve Gerçek Mü'min anlayışlarının her biri İslama Muhatap Anlayışı ifade eder.


Reformacı anlayışı alt dallarıyla birlikte, mutlak ölçüleri "eşya ve hadislerin"in peşine takan ve bu yolla mutlak ölçülere ilave veya çıkarma yapan zihniyetin sahipleridir. Mealcilik, tarihselcilik, şeriatsız (hümanist)tasavvuf, demokratik veya sosyalist İslam gibi şeyleri savunurlar.


Ham softa kaba yobaz anlayışı ise alt dallarıyla birlikte "eşya ve hadiselere" gözlerini kapayan ve mutlak ölçülerle nisbetini kuramayan zihniyet sahipleridir. Her çeşidi ile haricî-selefilik, tasavvufsuz şeriatçılık, "İslam'da fikir değil hüküm vardır" diyerek dünya görüşünden mahrum bir fıkıhçılık vb gibi tezahürler bu tip anlayışın tezahürleridir.


Derin ve Gerçek Mü'min anlayışı ise mutlak ölçülere ne ilave ne çıkarma yapmadan "eşya ve hadiseleri" zevken ve aklen kuşatma gereğini idrak eden ve buna bağlı olarak tasavvuf ve dünya görüşü zaruretini anlayan zihniyet sahipleridir. Ehl-i Sünnet Mezhepleri, şeriata bağlı tasavvuf ve bunlara bağlı tefekkürden doğan dünya görüşü sahipleri bu cümledendir...


Bu temel kavramlar icmalen ve kabaca anlaşıldıktan sonra konuyu işleyip izah edebiliriz.



GİRİŞ


Allah Rasûlü şöyle buyurdu: "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım".... Bu hadis-i şeriften herşeyden önce anlamamız gereken husus hangi çeşitten olursa olsun bir ilmin varlık gayesini anlamadan ve bunun şuurunda olmadan o ilimden istifade etmenin mümkün olamayacağıdır. Ne işe yaradığını bilmediğimiz bir ilimden istifade etme imkânı yoktur. 

Bu gözle bakıldığında aşağıda Seyyid Abdulhakîm Arvasî
Hazretlerinden yapacağımız nakil önemlidir. ( Benzer bir metin Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin Altun Silsile adlı eserinde de geçmektedir. Yaptığımız naklin kaynağı Salih Mirzabeyoğlu'nun İbda Diyalektiği adlı eserindendir) 

"Nebilerin en büyüğü olan Kâinat Efdendi'sinden sonra Peygamberlik yoktur, yanlız o NURA verâset vardır... VERÂSET davasını anlayabilmek için, Allah Resûlü'nün nübüvvet ve risâletleri üzerinde durmak gerekir ki, bunlar üç nevidir. 

Birincisi: İlahî hükümleri olduğu gibi bildirmek... Bu vazifeyi, zamanlarında 124.000 sahabîye yüzyüze tebliğ buyurmuşlardır ki, bunların hepsi SELİM AKIL sahibi -ki bunun ne olduğu da bugün pek bilinmez-, ilimli, anlayışlı, faziletli, şecaatli, doğru ve fedakâr insanlardı... Bunlara, Allah'ın Sevgilisi buyurdu:

-"Benden sonra, benden işittiklerinizi, sizden sonra gelenlere bildirin!"

Gerçekten her sahabî, aldığı emri yerine getirdi. Tâbiler, tâbilerin tâbileri ve üçüncü Asırdaki büyük müçtehidler bu suretle meydana geldi. Bu insanlar da, TOPLULUK HAKİKATİ'ni herkesin -ahmaklar hariç- anlayabileceği şekilde eserler yazdılar ve İslâmiyeti sımsıkı çerçevelediler. 

Peygamberimizin ikinci risâlet vazifeleri: İlâhî hükümleri insanlara tatlı dil ve ince hikmetlerle kabul ettirmektir. 

Üçüncü nübüvvet vazifesi: Aynı İlâhî ölçüleri anlayışsızlara ve nasipsize doğrudan doğruya tatbik etmek... 

Allah Resûlü'nün vefatlarından sonra, bu üç türlü vazifeyi bir arada yerine getirebilecek insanlar ancak 30-40 sene yaşayabildiler. Ondan sonra İslâmiyet ve İslâm diyarı o kadar genişledi ki, merkezî nizam bozuldu, fesat ve fitneler çoğaldı ve bu vazifeler taksim edildi. 

İslâmiyetin bütün dünyayı kaplar gibi olduğu hengâmede, bu üç vazife, birincisi "ilim adamları"na, ikincisi "evliya"ya, üçüncüsü de "hâkimler"e intikal etmek suretiyle bölüşüldü "

Bu nakilden de anlaşılıyor ki, bütün çeşitleriyle ilimler Allah Rasûlü'nün vazifeleriyle ilgi ve nisbet derecelerine göre gayesini bulabilir ve ne işe yaradığı izah edilebilir. 

Buna göre İlahî hükümleri olduğu gibi bildirmek vazifesi, yani DİNİN ASLINA ait hükümlerin açıklanması vazifesi "ALİMLER SINIFI"nın işi olarak MEZHEPLER şeklinde müesseseleşmiştir. İtikat ve amele dair ölçüleri bildirmek için KELÂM ve FIKIH, İlahî Kelâmı anlamada TEFSİR, Allah Rasûlü'nün buyruklarını tespit işinde HADİS vesaire gibi ilimlerin doğuşu bu şekilde olmuştur. Hedefi derinliğine ve genişliğine fert ve cemiyetin mükellef tutulduğu MUTLAK ÖLÇÜLERİN bildirilmesidir. 

İkinci olarak İlahî hükümleri insanlara tatlı dil ve ince hikmetlerle kabul ettirmek vazifesi "EVLİYALAR SINIFI"nın işi olarak TARİKATLAR şeklinde müesseseleşmiştir. Hedefi Mutlak Ölçülerin-ŞERİATIN SAMİMİYET VE AŞKLA yaşanması ve benimsenmesidir. Ferdi doğrudan doğruya hususî yönden kuşatmıştır.

Üçüncü olarak İlahî hükümleri anlayışsızlara ve nasipsize doğrudan doğruya tatbik etmek vazifesi "HÂKİMLER SINIFI"nın işi olarak DEVLETLER şeklinde müesseseleşmiştir. Hedefi genişliğine fert ve cemiyetin mükellef tutulduğu Mutlak Ölçülerin sınırları içinde yaşaması ve bu sınırların muhafaza ve benimsetilmesidir. Fertleri dolaylı olarak cemiyet yönünden kuşatmış ve hususî oluşun cümle kapısına sevk etmiştir. Bu gaye ile TATBİK FİKRİ-DÜNYA GÖRÜŞÜ ve TATBİK'e ait ilimler zuhur etmiştir.

Birinci vazifenin USÛL getiren alîmlerine MUTLAK MÜÇTEHİTLER, ikinci vazifenin USÛL getiren alîmlerine KOLBAŞI MÜRŞİDLER, üçüncü vazifenin USÛL getiren alîmlerine KURUCU MÜTEFEKKİRLER denir. Ayrıca her bir sahada bu usûllere bağlı olarak teferruatta müçtehit, mürşid ve mütefekkirler vardır, olabilir.

Tarihî seyir yönünden bakılırsa ÜMMET'in Allah Rasûlü'nden emanet olarak yüklendiği bu üç vazife sahasında ortaya çıkan krizlerle birlikte her sahaya ait yüksek şahsiyet ve müesseselerin zuhur ettiğini görebiliyoruz. 

Konumuz BD-İBDA DÜNYA GÖRÜŞÜ olduğu için üçüncü vazife sahasına ait bir kısım inceliklere temas etmekte fayda var. Üçüncü vazifenin "İlahî hükümleri anlayışsızlara ve nasipsize doğrudan doğruya tatbik etmek" olduğunu belirtmiştik. Buna göre bir TATBİK FİKRİ-DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün iman nasibine erememiş küfür soyu ve iman nasibine erdiği halde "kaba softa ham yobaz" ve "Reformacılar" şeklindeki anlayışsızları fiilen ve zihniyetlerini fikren kuşatmak ve bertaraf etmekle vazifeli olduğu anlaşılır. 

Bu zaviyeden İslamî bir DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün, Batı ve Doğu Felsefelerinin nasipsizlerini fikirde ve bu fikre bağlı bütün oluş ve kuruluşlarda küfrünü izale edici ve hikmetlerini aslına bağlayıcı bir diyalektiğin -yani tatbikin- sahibi olması gerektiği açıktır. Yani İSLAMÎ bir DÜNYA GÖRÜŞÜ derece derece mücerret fikirden başlayarak ve buna bağlı müşahhas tüm tezahür sahaları boyunca İslam dışı felsefeleri hesaba çekici ve muhasebelendirici bir vasıfta olmalıdır. Bununla birlikte yine İslamî bir dünya görüşünün bunu yapabilmesi için İslama muhatap halihazır "kaba softa ham yobaz" ve "reformacı" anlayışın yerine İSLAMA MUHATAP DOĞRU ANLAYIŞINI ortaya koyması gerekir. Yani içte bağlı olduğu İslam'ın zahir ve batın ÖLÇÜLERİNE ve dışta hesaba çekmekle mükellef olduğu bütün felsefelere BAKIŞTA DOĞRU ANLAYIŞINI ortaya koyabilmelidir. 

Bütün temel mücerret fikir konuları - yani felsefeler-, devlet, hukuk, iktisat, sanat ve estetik, tarih, içtimaiyat ve müsbet ilimlerin kıymetlendirme ölçüleri vs gibi konular -ki bütün eşya ve hadiseler- İslamî bir DÜNYA GÖRÜŞ'ünün şümulüne girmektedir. Dolayısı ile İslamî bir DÜNYA GÖRÜŞÜ bütün bu sahalarda ehliyet belirtmelidir. 

BD-İBDA ve KURUCU MÜTEFEKKİRLERİNİN verdikleri eserlere ve yaptıkları işe bakıldığında bu konuları "bağlı akıl"la kuşattıkları görülür. Dinin aslını olduğu gibi bildirme sahasında MEZHEPLER ve MÜÇTEHİTLER'in rolüne ve yine dinin fertlerde gizli derinliklere sindirilmesi sahasında TARİKATLAR ve KOL BAŞLARI'nın rolüne NİSBETLE  BD-İBDA Dünya Görüşü ve kurucuları, İSLAM'IN DIŞA KARŞI ve GENİŞLİĞİNE "eşya ve hadiselere" TATBİK ÖLÇÜLERİNİ ÖRGÜLEŞTİRMİŞLERDİR.  

Böylece anlaşılmalı ki bir TOPLULUK ifadesi içinde ve bir bütün olarak bu üç MÜESSESE, Allah Rasûlü'nün üç vazifesine tekabül eden ÜMMETİN EN EHİL ÇABASINI temsil etmektedirler. Biz bu çizgiye KURTULUŞ YOLU, yani Sünnet ve Cemaat ehli diyoruz. Emir (ehliyet) sahiplerinden murad da asılda bunlardır. Gerisi bu emir sahiplerine bağlı seçkin iman topluluğu...

Bu mesele anlaşıldıktan sonra ikinci adım olarak bu üç MÜESSESE'nin birbiriyle olan nisbetlerinden bahsetmek yerinde olur.

ŞERİAT ve TASAVVUF NİSBETİ

İnsanı derinliğine ve genişliğine  kuşatan Mutlak Ölçüler manzumesine şeriat diyoruz. Şeriatın müesseseleşmiş haline ise mezhep. Bu hususu yukarıdaki ilk başlıkta belirtmiştik.

Bilindiği gibi derinliğine ve genişliğine Şeriat dediğimizde İtikat ve Amel sahaları kendiliğinden belirtilmiş oluyor. İtikadî Ölçüler kalbin aksiyonu olan İNANMAYA ait ölçüleri, Amelî Ölçüler ise buna bağlı olarak insanın "eşya ve hadiseler" dünyasına yönelik aksiyonuna ait ölçüleri ifade ediyorlar. Kısaca Allah RIZASI'na erdirici bir İNANMA VE bu İMANA BAĞLI YAŞAMA için bizzat Allah ve Rasûlü'nün bildirdiği ölçüler.


Şimdi gelin bu ölçülere daha yakından bakalım...

DOĞRU İMANA bağlı Amelî Ölçülere daha yakından bakarsak bu ölçüler içinde öyle bir ölçü vardır ki, bu ölçü diğer bütün ölçülerin ilki ve diğerlerini kendisine bağlayan bir ölçüdür. Biz buna Niyet ölçüsü diyoruz!

ALLAH RIZASINA ERME şuur ve gayesine bağlanamamış hiç bir zahirî amel (aksiyon) İBADET ismini kazanmayı hak edemez. Öyle ise bütün diğer ölçüleri YAŞAMAK kalbin Allah rızasına bağlanma derecesine bağlı olarak kıymet belirtirler. Ve bu husus batınî bir ölçü olarak iman edenler arasında gayet tabiî olarak bir derecelenme olduğunu gösterir. 

Her birimiz kendi tecrübemizden biliyoruz ki,  insan bu dünyada kalbini çok çeşitli "şey"lere bağlamış bir halde bulunuyor. Dolayısı ile ŞERİATIN ilk ölçüsü olan NİYET ÖLÇÜSÜ her birimizin bir meselesi olarak kucağımızda bulduğumuzdur ve en temel meselemizdir. Bu durumda kalplerimizi SIRF ALLAH RIZASI gayesine bağlamak ve bunun dışındaki bütün gayelerden kurtulmak hepimizin vazifesi ve derdi olmalıdır. Bu bir bedahattir. 

Bizzat Allah Rasûlü'nün devrinde ve elinde terbiye görmüş ASHABIN, O'nun bütün batınî putları yerleyeksan eden sohbet ve nazarları himmetiyle bu gayeye erebildikleri apaçık bir husustur. Halbuki Allah Rasûlü'nün ümmeti sadece Ashab'tan ibaret değildir. Öyle ise batinî putları devirip SIRF ALLAH rızası gayesine ermek derdinde olan geride kalan müslümanlar için bizzat bu vazifeyi ifa edecek ehliyetlilere olan ihtiyaç da bedahattir. Her biri yıldızlar gibi olan ASHABIN ihtiyaç duyduğu bir meselede geride kalanların ihtiyaçsız olduğunu iddia etmek abestir. Öyle ise bizzat ŞERİATIN EMRETTİĞİ İLK ÖLÇÜNÜN NİYET oluşundan zarurî olarak anlaşılıyor ki, bugün TASAVVUF ismiyle anılan müessesenin teşekkülü bizzat ŞERİATIN HASRINDADIR.


ŞERİAT DÜNYA GÖRÜŞÜ NİSBETİ


Şeriat ve Tasavvuf nisbetini izah ederken, insanın derinliğine doğru "olması gerekeni"ni işaretlemiş olduk. Fakat bu yeterli değildir. Zira insan sadece derinliğine "iç hayat"ı olan bir varlık değildir. İnsanın buna bağlı olarak yaşadığı bir dış hayatı da vardır. İş buraya geldiğinde insanı içi ve dışıyla kuşatan mutlak ölçüler manzumesi Şeriatın dış hayatımızı kuşatmadığı düşünülemez.

Şeriat dış hayatımızla ilgili çeşitli hükümleri ihtiva eder. Bu hükümler FARZ'dan başlayarak HARAM hükmüne kadar, yapılması şart olanlar ve yapılmaması şart olanlar şeklinde sınır durumları (hadleri) bildirerek bir çerçeve oluştururlar. Farz ve Haramlar arası farza yakın ve harama yakın diğer bazı hüküm çeşitleri olmakla birlikte izah kolaylığı olması bakımından bu diğer hükümleri de farz ve haram hükümlerinin derece derece görünüşleri olarak ele alalım. Bu gözle dış ve amelî hayatımıza ait ölçüler FARZ-MÜBAH-HARAM şeklinde bildirilmiştir. 

Şeriatın hükümleri bütün zaman ve mekânları kuşatmıştır. Dolayısı ile "belli bir zaman ve mekân"da yaşayan müslümanlar için o zaman ve mekâna has bir kısım meselelerin şeriatın ortaya koyduğu çerçeve içinde çözülmesi gerekmektedir. İçinde yaşanılan zaman ve mekânın farklılaşması boyunca doğan meseleler dediğimizde hemen anlaşılacağı üzere insan, DEĞİŞMEZ ŞERİAT ÖLÇÜLERİ ile DEĞİŞİR EŞYA VE HADİSELER zemini arasında yer tutmak durumundadır. Buna göre değişmez, yani zaman ve mekân üstü olan şeriat hükümlerinin tanıdığı İMKÂN çerçevesinde değişir eşya ve hadiselere hakim olunması gereği açıktır. Bu ise dış hayatımızın eşya ve hadiseye göre fakat şeriatın tanıdığı imkân içinde düzenlenmesini gerektirir. 

Şeriatın, değişir eşya ve hadiselere göre düzenleme yapma imkânı veren sahası bu bakımdan MÜBAH hükmü altında toplanmış sahadır. Mübah, yapılması veya terk edilmesi kişilerin insiyatifine bırakılan hususları belirtir. Fakat bu hürriyet ve insiyatif alanı rastgelelik ve keyfilik belirtmez, bir ruha ve ölçüye bağlıdır. Mübah sahası, eşya ve hadiselerin doğurduğu meselelerin, farzların yaşanmasını kolaylaştırıcı haramların ise işlenmesini zorlaştırıcı bir şekilde çözülmesi için tanınmış bir insiyatif alma ve hürriyet sahasıdır. Buna göre değişen eşya ve hadiseler boyunca ortaya konan çözüm şekilleri zaman ve mekânın değişimleri boyunca değişirken bir  zorunluğu da ifade ederler. Ayrıca bu çözümlerin beşerî olduğu ve bağlı akıl eseri olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır.

Muayyen yani belli bir zaman ve mekâna ait dış hayatın bütün ihtiyaçlarını birbiriyle tezada düşmeden ve şeriata uygun şekilde bir bütün halinde karşılayan tatbik fikrine Dünya Görüşü-Bütün Fikir diyoruz. 

Mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek'in ifadeleriyle belirtmek gerekirse;

İdeolocya Örgüsü syf 12


İdeolocya Örgüsü syf 185


Böylece izah etmiş olduk ki, Dünya Görüşü'nün mutlak ölçüler manzûmesi şeriattaki yeri, mübahlar sahasının farz ve haram hükümleri doğrultusunda düzenlenmesi şeklinde FİKİR mevzuudur.


TASAVVUF DÜNYA GÖRÜŞÜ NİSBETİ

Mutlak Ölçüler-İlahî Ölçüler insanoğlunun "varoluş gayesi"ne ermesi için şart olan zaman ve mekân üstü ölçülerdir. Bunu böylece bilmek ve kabul etmek de iman. Mutlak ölçüleri muradına uygun olarak, ki Allah'a ermek gayesi için, bilmek ve kabul etmek de derece derece... Bu da bir bedahat. 

Yani ilk adımda telkin ve taklid ile alınan bir imandan sonra bu imanı tahkike erdirmek ve böylece imanda yakîni elde etmek ve Allah'a ermek gerektiğini bilmemiz gerekir. Şeriatın, muhatabı insan yönünden nihaî varlık gayesi budur.

Bu husus anlaşılıyorsa buna bağlı olarak anlaşılması gereken husus şudur; İlahî ölçüleri, ölçülerin muradına uygun şekilde idrak etmenin yolu bu yakîni elde etmektir. Aksi halde farz-ı muhal,Allah Rasûlünün kıldığı namaz ile her hangi bir müslümanın kıldığı namazın zahiren şeriata uygunluğuna bakılarak bir farkı yoktur dememiz gerekirdi. Diğer bir deyişle namazın ne olduğu, maksadı ve hikmetleri ancak bu yakîni elde etmiş olanlardan öğrenilebilir. Bu husus sadece namaz için geçerli değildir. Bütün bir Şeriat ölçüleri için geçerli bir husustur. Demek ki şeriatı idrak ölçüsü sadece ilahî ölçülerin zahirini bilmek şeklinde anlaşılamaz. Aksine şeriatı idrak ancak şeriatı zahir ve batını ile bir bütün halinde yaşamak ile mümkündür. 

Sonuç olarak, Şeriat ve Tasavvuf başlığında belirttiğimiz gibi "eşyayı-varlığı" ancak Allah rızası gayesine bağlanmış bir kalp sahibinin sözlerinden takip ettiğimizde varlık gayesine uygun olarak anlayabiliriz. Öyle ise anlaşılmalı ki; Şeriat, Dünya Görüşü yönünden tecrit ölçülerini, Tasavvuf ise bu ölçülere ve eşyaya bakışta kuşanılması gereken anlayışın ruhunu verir. Başka bir ifade ile tasavvuf mutlak ölçüler ile eşya ve hadiseler arasında dünya görüşünün kuşanması gereken ANLAYIŞIN kaynağıdır. 


Kısaca gayesi ve bildirdiği ölçülerle Şeriata bağlı bir dış hayatı tanzim edebilmek için, bu gaye ve ölçüleri muradına uygun olarak YAŞAYANLARIN sözleri Dünya Görüşü yönünden PEŞİN FİKİR mevzuudur.



Bu gözle Mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek ve  Salih Mirzabeyoğlu'ndan yaptığımız iktibasları dikkatlice okuyup anlamaya çalışalım;

İdeolocya Örgüsü syf 186




İdeolocya Örgüsü syf 187



İslâma Muhatap Anlayış syf 48

İslâma Muhatap Anlayış sfy 31


                                          



            AÇIKLAMALAR VE İZAHLAR 


Soru: Allah Rasûlü'nün devrinde ve hatta İslâm tarihine bakıldığında Dünya Görüşü olarak ifade ettiğiniz ve Allah Rasûlü'ne uymak için gerekli gördüğünüz müesseseye ait her hangi bir iz görmüyoruz. Bu bir çelişki değil midir? Ayrıca Allah ve Rasûlü neyi eksik bırakmıştır ki bu müesseselere ihtiyaç olsun. İzah eder misiniz...


Cevap: Peşin cevabımız bunun bir çelişki olmadığıdır. İslâm tarihinde mezhep ve tasavvuf müessesesinin teşekkülü nasıl belli bir zaman sonra ZARURET haline geldi ise dünya görüşü müessesesi de aynı şekilde zaruret haline gelmiştir. Müesseseleşmeden önce yani sistemli bir bütün haline gelmeden önce mezhep, tasavvuf ve dünya görüşü bahisleri elbette vardı ve bu bahislere cevaplar veriliyordu. Fakat bahisler birbirinden ayrılmamış ve dolayısı ile müstakilen bugünki isimleri ile isimlendirilmemişti. 


Bahislerin birbirinden ayrılma zarureti öncelikle bütün bahislere hakim ve bütün bahislerde ehil olan kişilerin git gide azalması neticesi oldu. Allah Rasûlü devrinde yetişmiş hafızların çoğunluğunun şehit olması neticesi İlahî Kelam'ın bir kitapta toplanması gibi.. Yani her bir sahada emanet olarak alınan vazifenin ehliyetlileri azalıp yok olmaya yüz tuttukça müesseseleşme bir zaruret haline geldi.


İkinci husus ise bu müesseselerin vazife sahalarına ait muhtevanın zaman geçtikçe genişlemesidir. 


Dolayısı ile Allah Rasûlü devrinde bir eksiklikten bahsedilemez. Eksiklik her devrin insan malzemesinde ve her devrin yeni durum ve ihtiyaçlarına cevap vermek zaruretinden kaynaklandı. Daha net bir ifade ile bu üç müessese  devrin insan ve eşya zaafını ikmâl etmek üzere teşekkül ettiler. Böylece hedef eksiksiz Allah Rasûlü devrine bütün devirleri bağlayabilmek ve yükseltebilmek oldu.


Bunu şöyle bir misâl ile açıklayabiliriz. Gayet sağlıklı ve genç bir insan düşünelim. Bu insanın tıbba ihtiyaç duymayacağı aşikârdır. Zira tıbbî açıdan eksiksiz ve tamdır. Fakat belli bir süre sonra bu gencin yaşının ilerlediğini ve çeşitli hastalık ve marazlar yaşadığını düşünelim. Bu durumda marazların gitgide artan çeşitliliği ve zorluk derecelerine bağlı olarak tedavinin gerektirdiği bilgi birikimi ve uzmanlıkların çeşitlenmesi tabiidir. Burada dikkat ediliyorsa artan bilgi birikimi ve uzmanlık zarureti baştaki eksiksizliğin kaybına bağlı olarak zuhur etmiştir. Bu misâlden hareketle hem Allah Rasûlü devrinin eksiksizliğini hem de sonrası takip eden devirlerde niye müesseseleşme zaruretinin doğduğunu kabaca anlayabiliriz. 


Bu gözle her ne kadar müstakil bir müessese olarak zuhur etmemiş olsa da Allah Rasûlü'nün hemen peşi sıra gösterebileceğimiz örnekler mevcuttur. Bu konuda en bariz örnek Hz.Ömer devri uygulamalarında görülebilir. Örneğin Hz. Ömer, Allah Rasûlü devrinde olmayan maaşlı ve mesleği askerlik olan bir ordu kurmuştur. Bu uygulama-tatbik şekline ait bir yenileme demektir. Bunun gibi maliye, devlet idare şekli, kamu personeli rejimi vs gibi konularda çeşitli düzenlemeler yapıldığını biliyoruz. 

Diğer bir örnek Memlûk Devleti'nin hükümet şeklinin bir hanedanlığa bağlı olmaktan çıkarılması ve ehliyetli ve nüfuzlu emirlerin kendi aralarında yaptıkları bir seçimle sultanın işbaşına geçmesidir. Ki bu sayede hanedan mensupları arasında başgösteren iktidar mücadeleleri son bulmuş ve siyasî istikrar temin edilerek ülkenin parçalanması ve zayıflaması engellenebilmişti. 

Başka bir örnek daha vermek gerekirse Anadolu Selçuklu devlet bürokrasinin türk beyliklerine dayanması ve evlilik yolu ile hanedanlığa sadakatinin sağlanması yöntemi Osmanlı'larda tamamen değiştirilmiş ve yerine devlet bürokrasisinin devşirme usûlü ile temini cihetine gidilmiştir. Padişahların da hanımları ekseriyetle devşirmeler olmuştur. Böylece hanedanlık hakkını ileri sürerek başgösteren isyanlara imkân kalmamış ve İslâm tarihinin en istikrarlı idarî sistemi vücud bulmuştur. 

Elbette diğer bir çok alanlarda ve konularda örnekler vermek mümkündür. Fakat bu çalışmanın konusu bizzat bu örnekler olmadığından sözü uzatmanın faydası olmayacağına inanıyoruz.

İslâm tarihinde tatbik sahalarındaki bu yenileme ve düzenleme faaliyetleri 17.yy başlarına kadar devrin empoze ettiği ihtiyaçlara göre az veya çok, yeterli ve yetersiz bir şekilde devam etmiştir. 17.yy'da ise İslama Muhatap Anlayış'ta başlayan bozulma tatbik sahasının yenilenememesi ve neticede çöküşün gerçekleşmesine sebep olmuştur. Bu konunun daha teferruatlı anlatımını Üstâd Necip Fazıl Kısakürek'in İdeolocya Örgüsü adlı eserinde "Fasledici Tarih Çizgisi" ve "İslâm Nasıl Bozuldu?" başlığı altından takip edebilirsiniz.


Bu izahın diğer bir yönünü de ele almakta fayda var. 


Temel metinde dikkat ediliyorsa şöyle bir ifade var: " İçinde yaşanılan zaman ve mekânın farklılaşması boyunca doğan meseleler dediğimizde hemen anlaşılacağı üzere insan, DEĞİŞMEZ ŞERİAT ÖLÇÜLERİ ile DEĞİŞİR EŞYA VE HADİSELER zemini arasında yer tutmak durumundadır. Buna göre değişmez, yani zaman ve mekân üstü olan şeriat hükümlerinin tanıdığı İMKÂN çerçevesinde değişir eşya ve hadiselere hakim olunması gereği açıktır. Bu ise dış hayatımızın eşya ve hadiseye göre fakat şeriatın tanıdığı İMKÂN içinde düzenlenmesini gerektirir."


ŞERİATIN tanıdığı İMKÂN!


Bu vurguda şöyle bir husus var ki, bunu bir ifade kalıbı halinde ifade edelim; "Mümkün olma özelliği ile var olan"


Yani dünya görüşü Şeriatın hasrında mümkün olma özelliği ile zaten vardır. Aynen toprakta, domatesin, biberin, elmanın, armutun POTANSİYEL olarak var olması gibi. Elma ve armut toprakta nasıl mevcut ise dünya görüşü de Şeriatta mevcuttur. Yani ona bir ilave değildir. Aksine Şeriatta mümkün olma özelliği ile var olan bu dünya görüşü,, muayyen-yani belirli- zaman ve mekânın ihtiyaçları vesilesi ile keşf edilip açığa çıkar ve görünür olur. Şeriat ve Dünya Görüşü başlığında izah edildiği gibi bu İMKÂN bizzat Şeriatta mübahlar sahasının varlığında mündemiçtir.


Bu yönden de bir eksiksilik ve dolayısı ile bir ilavenin söz konusu olmadığı fakat devrin ihtiyaçlarına göre Şeriattaki örtük ve gizli olgunlukların keşfedilip ortaya konmasının söz konusu olduğu anlaşılır.


Soru: Dünya Görüşü ile Şeriat ilişki ve nisbetini temel metinde teorik çerçevede izah ettiniz. Fakat bu konuyu daha basit ve müşahhas-somut bir misâl üzerinden açıklar mısınız? Zira Dünya Görüşü denilince akla somut bir şey gelmiyor.


Cevap: Baştan bir uyarıyı yapmak kaydı ile buna dair bir çok misâl verilebilir. 


Misâl, adı üstünde bilinmeyen bir konuyu bilinen bir şeye nisbetle izah etmek ve bu yolla anlaşılmasını temin etmek için verilir. Dolayısı ile verilen misalin kapsamı ile bizzat anlatılmak istenen konunun kapsamını bir ve aynı kabul etmemek gerekir.


Bu uyarıyı yaptıktan sonra misâlimizi verebiliriz.


Şeriatta bir mescidin mescid olabilmesi için uyulması gereken ölçüler bildirilmiştir. Zaten şeriattan da beklenen budur. Ölçü vermek!..


Ölçü derken en, boy ve yükseklik kast etmediğimiz herhalde anlaşılıyor. 


Kast ettiğimiz bir yapının mescid olabilmesi için dinen zarurî olan şartlardır. Misâlimizi daha basit hale getirmek için bu şartları sıralayalım. Şeriat bir yapının mescid sayılabilmesi için; 1) Allah rızası gayesi ile yapılmasını 2) Kıble'ye yönelmiş olmasını 2) Namazı ifsad edecek pisliklerden korunma şartlarını taşımasını şart koşar.  


Dikkat edilirse bu ölçüler bize nasıl bir mescid yapacağımızı değil, hangi ölçülere göre mescid yapmamız gerektiğini bildiriyor. Bu ölçülere riayet etmek kaydı ile büyük-küçük, betonarme, ahşap veya topraktan, minareli veya minaresiz, ıstımalı veya soğutmalı, şu tarz bir mimarî veya bu tarz bir mimarî vs şeklinde çok çeşitli mescidler yapabiliriz.  

Eğer dikkat edilirse bu şu demektir; bir yapının mescid olabilme ölçülerinin neler olduğunun tespit ve bildirilmesi marifeti ile bu ölçülere uygun olarak bir mescidin yapılmasına dair marifet iki ayrı marifet olarak birbirlerinden ayrılırlar. Fakat bu ayrılık bir zıtlık değil aksine bir açığa çıkma ve fiilen ispattır.Birinci marifet sahası mezheplerin, ikinci marifet sahası ise mimarların yani "tatbik fikri" konusunda ehliyet sahiplerinin konusudur. 

Mescid misâlimize sadık kalırsak mimar, yani tatbik fikrini ortaya koyan kişi, öncelikle şeriata (mutlak fikre) uygunluk şartına sonrasında ise eşya ve hadiselere uygunluk şartına riayetle bir tatbik fikri ortaya koyabilirse başarılı kabul edilebilir. Buradan şu netice çıkar; Tatbik fikri, mutlak ölçüler manzumesi olan Şeriata bağlı kalarak izafî yani değişen eşya ve hadiselerin aktüel meselelerine cevap verebilmek durumundadır. Yani tatbik fikri sadece şeriata uygun olmakla, doğru ve yerinde bir tatbik fikri olamaz. Eşya ve hadiselerin çözüm için kendisini teklif eden meselelerine de karşılık olmalıdır.

Biraz daha açalım..

Çöl şartlarına hitap eden bir mescid planını, örneğin kutup şartlarına teklif etmek abestir. Çünkü kutup şartlarının empoze ettiği ihtiyaçlar çöl şartlarının empoze ettiği ihtiyaçlardan farklıdır. Çöl şartlarına göre yapılmış bir mescid için soğutma sistemi yerinde iken kutup şartlarında yerinde değildir.  

Veya 10.yy ferd ve toplum ihtiyaçlarına ayarlı bir mescidin 21.yy ferd ve toplum ihtiyaçlarını karşılamasını beklemek yanlıştır. Misâlen 10.yy ferd ve toplumunun nakil vasıtası at veya deve olduğundan otopark ihtiyacı duymayacağı ve dolayısı ile otoparkının olmayacağı bellidir.

Bu konuda misâller çoğaltılabilir. 

Elbette mesele bir mescid örneğinin basitliğinde tam anlamıyla izah edilemez.

Şüphesiz Şeriatın bütün zaman ve mekânları kuşatan mutlak ölçülerine uygun ve devrinin bütün ferd ve toplum ihtiyaçlarını karşılayacak tutarlı ve tezatsız bir TATBİK FİKRİ, yani Dünya Görüşü, kapsamına aldığı konular bakımından çok daha kompleks ve girift meselelere sahiptir. 

Özellikle 18.yy'dan sonra hayatın her şubesinde yaşanan köklü ve hızlı değişim ve meselelerin hacimce yaşadığı muhteva artışı TATBİK FİKRİ meselesinin müstakil bir SAHA olarak zuhurunu zorunlu kıldı. Bu, sadece İslâm dünyası için değil, batısıyla doğusuyla bütün insanlık çapında bir zaruret haline geldi. 18.yy'dan itibaren sistemleşmeye başlayan ve bir ideolojik bütünlük belirten BATI kaynaklı dünya görüşleri bu meselenin zaruretine dair zıddımızdan fiili bir ispattır. 

Temel metnimizde Şeriat ve Dünya Görüşü başlığında belirttiğimiz husus bu izahlardan sonra daha rahat anlaşılabilir. Mescid misâlimizden devam edersek çöl şartlarına hitap eden mescid planı da, kutup şartlarına hitap eden mescid planı da Şeriatça makbul ve mübahtır. Fakat bu husus bir gelişigüzellik anlamına gelmiyor. Misâlimizde belirttiğimiz gibi her ikisi de mübah diye çöl şartlarına hitap eden mescidi kutup şartlarına da tatbik edelim diyemezsiniz.

Herhalde anlaşıldı...

Soru: Ben bir tarikat veya cemaate bağlıyım zaten. Niye Büyük Doğu cemaatinden olayım? Ayrıca Büyük Doğu Dünya Görüşü'ne bağlanmam bağlı olduğum tarikat veya cemaatin eksikliğini kabul etmemi gerektirmez mi?

Cevap: Hayır, gerektirmez. Mesela sen tarikat ve cemaatine bağlı iken aynı zamanda Hanefî mezhebine göre amel ediyorsun. Diğer hak mezheplerden de olabilirdin. Hatta bildiğin gibi bağlı olduğun tarikatın şeyhi veya cemaatin hocası da hak bir mezhebe bağlı. Zira biliyorsun ki Hanefî olmak demek bir cemaat veya tarikat mensubiyeti değil bir mezhep mensubiyeti belirtiyor. 

Aynı şekilde Büyük Doğu bir cemaat veya tarikat değil bir dünya görüşüdür. Temel metnimizde izah edildiği gibi mezheb, tarikat ve dünya görüşü, Allah Rasûlü'nün biz ümmetine emanet ettiği birbirini tamamlayan ve ayrılması mümkün olmayan vazifelerinden doğmuş farklı müesseseleri ifade ediyor. Dolayısı ile doğru anlayışa sahip bir müslümanın bu her üç sahada ehillerine tabii olması gerekir ve bunun birbirini nakzeden bir tarafı yoktur.  

Doğru anlayışa sahip olan bir müslümanın bugün misâlen şunu söyleyebilmesi gerekir; Mezhebim Hanefilik, Tarikatim veya Cemaatim Menzil ve Dünya Görüşüm Büyük Doğu-İbda... Bunu söylemekle şunu söylemiş oluyorsun; Ben Hanefi Mezhebinin bana bildirdiği Şeriat ölçüleri içinde, derinliğine Nakşi tarikatının terbiyesine ve genişliğine Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşü'nün fikrine bağlıyım. Bu bir tamamlılık ve bütünlük ifadesidir. Allah Rasûlü'ne uymanın kemal şartları en asgarisinden budur.

Doğru anlayış bu gözle bakıldığında bu üç nebevî müessesenin vazife sahalarının ne olduğunu, birbiriyle münasebet ve nisbetlerini anlamayı ifade eder. Ki bu bahis İdeolocya Örgüsü eserinde "Beklediğimiz İnkılâp" başlığı altında Reformacılar, Nefsanî Tefsirciler, Ham Yobaz ve Kaba Softa, Sahte Sofîler, Derin ve Gerçek Müslüman başlıklarında işlenmiştir. Bunun yanında Salih Mirzabeyoğlu'nun "İslâma Muhatap Anlayış" adlı eseri ile "İbda Diyalektiği" adlı eserlerinde konunun teferruatı ile temellendirilmesini bulabilirsiniz.

Kısaca Büyük Doğu bir dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünü benimseyenler ehli sünnet mezheblerinden her hangi birine göre amel edebileceği gibi yine herhangi bir ehli sünnet tarikatine bağlı olabilirler.

Aile içinde ben evladıma göre baba, eşime göre koca, ebeveynime göre evladım. Eşime koca olabilmek için evladıma baba olmamam gerekir demek nasıl abes ise, bu üç nebevî müesseseye dair aidiyetlerin de birbiri ile çelişir görülmesi aynı şekilde abestir. Aksine bu üç nebevî müessesenin belirttiği vazifelerden pay sahibi olmak bir müslüman için elzemdir.

En nihayet baştan beri yaptığımız izahları topluca şu şekilde formüle edebiliriz;

Mezhep zaruret Ehli Sünnet vel Cemaat isabet,
Tasavvuf zaruret Ehli Sünnet Tarikat isabet,
Dünya Görüşü zaruret Büyük Doğu-İbda isabettir.



Kaynaklar:

- İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek
- İslâma Muhatap Anlayış, Salih Mirzabeyoğlu
- İbda Diyalektiği, Salih Mirzabeyoğlu






10 Ağustos 2017 Perşembe

Notlar

Öyle ya, kim ve ne hakkında “bunu biliyorum” diyebilirim. İçimdeki bu yüreği duyabiliyorum, var olduğu yargısına varıyorum. Bu dünyaya dokunabiliyorum, onun da var olduğu yargısına varıyorum. Tüm bildiğim burada duruyor, gerisi kurmaca. Çünkü varlığından emin olduğum bu “ben”i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı, parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor. Bürünebildiği tüm yüzleri bir bir çizebilirim, ona verilmiş olan her şeyi, bu eğitimi, bu kökeni, bu ateşliliği ya da bu susmaları, bu büyüklüğü ya da düşüklüğü de bir bir çizebilirim. Ama yüzlerin toplamı yapılamaz. Benim olan bu yürek bile hep tanımlanamaz kalacak benim için. Varoluşum konusunda vardığım bu kesinlikle, bu güven vermeye çalıştığım öz arasındaki çukur hiçbir zaman dolmayacak. Kendi kendime yabancı kalacağım hep. Albert Camus

Her şey şaşmakla başlamıştır. Ne zaman dünyanın derin anlamını sezer gibi olduysam, onun basitliği şaşırttı beni. Albert Camus, Tersi ve Yüzü

9 Ağustos 2017 Çarşamba

BD-İBDA'da "DİYALEKTİK"-1

Diyalektik bilenlerin bildiği gibi "hareket halinde" yani dinamik bir ima içerir. Batı felsefesinde diyalektik ve formel mantık şeklinde, bağlı olunan felsefi ekolün keyfiyetine ve özüne bağlı olarak, yerinde temel ayırt edici bir kriter olarak yer almış bir husus bu. Kant, Hegel, Marks gibi son dönem sistemci felsefelerinde rahatlıkla görülebileceği gibi diyalektik, doğrusu yanlışı bir tarafa varlığın özüne ilişkin bir zorunluluk ifade eder. 

Batı felsefesinde metod tartışmaları fikri temin eden form meselesi demek olduğundan üzerinde oldukça iddialı çıkışların ve karşı çıkışların sahnelendiği bir saha olmuştur. Her felsefenin temel aldığı "peşin fikri" ispat sadedinde ortaya koyduğu metodun aslî bir yer tuttuğu düşünülecek olursa bu tartışmaların olması da gayet tabiidir.

Batı Felsefesine karşılık, İslâm Hikemiyatı söz konusu olduğunda ise BD-İBDA Dünya Görüşü'nü temin eden tefekkür metodunun ne olduğu meselesinin billurlaştırılması gereği açıktır. Zira bir dünya görüşünün hayatiyetini muhafaza edebilmesi için öncelikle "TEFEKKÜR USÛLÜ"nün anlaşılması ve izahının yapılabilmesi birinci adımı teşkil eder. Bu konuda İmam-ı Gazali'nin tarihte oynadığı role karşılık çağımız güncel metod tartışmalarını kuşatıcı yeni bir dil ihtiyacı içinde olduğumuz açıktır. 

Büyük Doğu'da varoluşan tarzda -bedahat halinde- idrak edilen ve dolaylı olarak "eşya ve hadiseler"in doğurduğu meselelere verilen cevaplarda örtük olarak işleyen bu diyalektiğin hem tespiti hem de tezatsız bir biçimde izahının yapılabilmesi gerekir. Bu çerçevede Salih Mirzabeyoğlu'nun yazdığı "İBDA DİYALEKTİĞİ" adlı eser bahse konu alanda tek eser. Bu tespite bağlı olarak aşağıdaki husus;

"BD-İBDA'da DİYALEKTİK" ismini verdiğim bu çalışmada söz konusu eserin "bende" bulduğu karşılığı ifade etmeye çalışacağım. Dolayısı ile bizzat eserin mânâ ve muhtevasına dair daraltıcı ve sınırlandırıcı bir maksat içinde olamayacağım aşikâr. Bunu bu şekilde ifade etmekte şöyle bir yarar var; "Bu çalışmaya başlamadan önce görüştüm BD-İBDA bağlısı bir çok insana aynı soruyu yönelttim. BD-İBDA Diyalektiği neydi, nasıldı, nasıl izah ve şerh edilebilirdi? Fonksiyonu neydi, dolayısı ile ne bakımdan önemliydi vs.." 

Altından kalkılması zor ve hakkında söz söylemenin cesaret istediği böyle bir konuda takınılan çekinceli tavırları ilk zamanlarda makûl buldum. Fakat deyim yerinde ise soruşturmalarımın ilerleyen safhalarında fark ettim ki, aslında bu konudaki çekince konunun anlaşılmamasından ve üzerinde durulmamasından kaynaklanıyordu. Bölük pörçük ve bütünlükten kopuk kimi doğrulara rağmen genel manzara böyle idi. 

Bunun yanında yaklaşık 3 sene boyunca gençlerle yaptığım Büyük Doğu Sohbetleri'nde, bizzat kendimi bana BD-İBDA'ya nisbetle bir çok yönden teşhis ettiren bir yüzleşmeyi de yaşamıştım. 

Nihayetinde kıymetli dostum Özer Yılmaz'a bu konuyu ele alan bir çalışma yapmak niyetinde olduğumu söz konusu edince, gerekli uyarıları eşliğinde beni teşvik etti. Ben de artık -kendim için de- ertelenemez olan bu çalışmayı umumun istifadesine açık bir şekilde yapmaya niyet ve kast ettim. 

Rabbimin beni bu konuda muhafaza etmesini ve başarılı kılmasını niyaz ederim. 

8 Ağustos 2017 Salı

Elifba-11

Kesiksiz bir akış içinde şahitlik ediyoruz kendimize. Pek narin bir yaradılış, muazzam bir incelik ve çok tatlı bir çekicilik...Yeşil Gözlü.

Elifvarî: İnsan, haklı çıkmaya muhtaç olan tek varlık. 

Meftûn (gülümseyerek): Ve alem bunun imkânlarıyla donatıldı.

Yürüyor... Yanında yeşil gözlüsü. Yüksekte yükselirken daralan nefesi.

Elifvarî: Yüksekte yükselirken!..

Meftûn: He ne olmuş!? Git başımdan.

Daralan nefesi. Başı dönüyor. 
"Ama Onunla konuşuyorsun". 
Midesi bulanıyor. İçi daralıyor. Kendini bu iç darlığından kurtarmak için uçurumun boşluğuna bakıyor. Yankılanan "Aynı çukur!" sözü. Uçurum ve çukur. Kurtulamıyor. "Dünya bir çukur be güzelim" diye cevaplıyor kendi iç yankısını -çaktırmadan- gönül rahatlıyla anlaşılmanın. 
"Aynı çukurda debeleniyoruz"
İç yankısı, iç yangını, dünya yangını, mide bulantısı, uçurum, yeşil gözlü, o, şu, bu... Nefesi! Ya Rabbi! Hep sigara yüzünden.

Tekrar baştan alıyor, yüksekte yükselirken. Bu düşünceyle... faydasız. 

"İnsan, haklı çıkmaya muhtaç olan tek varlık" 

İnsanı duymak istediği şeyleri duymaktan daha mutlu eden ne olabilir?!

Elifvarî: Hiç bir şey...

Durdu ve geri dönüp yeşil gözlüye baktı. Başı eğik ve yanaklarında güneş pırıltıları. Ağlamış.. 

Meftûn: Güzellik! Oturalım mı biraz.

Oturdular. 

Yeşil Gözlünün gözleri Meftûn'nun yüzünde. "Sapsarı" kesilmişsin dedi. Meftûn, önemli değil mânâsında elini salladı. Bulundukları yerden ev küçücük gözüküyordu. Bayağı yürüdük herhalde diye düşündü Meftûn. Daldı.

17 sene. Az değil! Hatta o kadar çok ki, biri ağlamış, diğeri hafakâna ramak kalmış olduklarını bildikleri halde ikisinin de konuşmaya mecali ve hevesi yok. Birlikte kat ettikleri bunca yol boyunca -ki yıl boyunca- aynı "şey"in tekrarıyla yorgun ve bitkin... Meftûn ispat çabasında, yeşil gözlü görmek çabasında "aynı çukur"un içinde debelenemiyorlardı bile. Meftûn mırıldandı;

Kadından kendisinde olmayanı isteriz;
   Hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz..."

Yeşil gözlü Meftûn'a baktı. "Çekip gideriz" dediğini duymuştu. 

Yeşil gözlü; "Hep yaptığın-ız beyefendi.." deyiverdi.

Meftûn duydu.

Buz gibi bir yabancılık hissi kapladı içini. "Bey ve efendi!" Artık kimse erkeğine bey ve efendi gözüyle bakmıyordu. Birlikte mücadele eden (!) eşitlerdi herkes. Ne beylik kalmıştı ne efendilik. Diğer bir çok kelime gibi içi boşalmış ve artık bir iğneleme aracına dönmüş bir şeydi buda. Hayalinde tesettürlü yeni yetme kızların sesleri canlandı. "Ohooohooo eskilerden kalma bir gelenek altıüstü" diyorlardı. Canını fena halde yaktı bu hayal. Yeşil gözlüye yakıştıramadığı için -def etmek için- elini bıkkınlıkla salladı. Ayrıca yeşil gözlü ile alakası bile yoktu. Sinirlendi bu haline. Saçmalama dedi içinden. 

Çağımızda kadın "hak"lı. Hani şu batının kadın hakları diyerek zehirlediği o kadın. Kadın artık haklı ama eksik. Bu yüzden mutsuz. Haklı olmanın Hakka mani olduğu yerde haksız olmayı tercih edene EFENDİ denir. Çünkü kendisinden geçende efendilik keyfiyeti tüter. İster Beyefendi olsun ister Hanımefendi. 

Elifvarî: Aşık değil miydi o? 

Yeşil Gözlü tedirgin ve sinirli;

"Bana mı yaptın o hareketi?!"

Meftûn irkildi. "Ne münasebet!" dedi. "Beyefendi'yi düşünüyordum"

Hatûn: Anlamadım ne beyefendisi? Ne alakası var?

Meftûn: Çukurdaki beyefendiyi, hanımefendiyi. Bu bizim meselemiz değil güzellik. Biz bu çukurun içine doğduk. Üstümüz başımız batmış, tırnaklarımız kanıyor bu yüzden. Alışkanlıklarımızın içine nüfuz etmiş bir zehir bu. Bilsek de yapamıyoruz. Bizde o saflık yok. Bilginin kibri kirletti bizi. 

Hatûn sıkılmış bir şaşkınlıkla "Öyledir..." diyebildi.

Terlemişti. Hava dönmüş ve esmeye başlamıştı. Üşüdüğünü hissetti. Yüzünü göğe kaldırdı. Bulutların telaşı... Derin bir nefes çekti içine. Esintide toprak çimen karışımı serin bir koku... Ufak bir damla denk geldi gözüne. Gözlerini kapattı. Peşinden bir damla daha tam burnunun üstüne. Sonra yanağına. Aniden kalktı. 

"Hadi kalk, yağmura yakalanacağız dönelim" dedi yeşil gözlüye ellerini uzatırken Meftûn. Böyle ani hareketler karşısında her zamanki şaşkınlığı yüzünde elini verdi Meftûn'a yeşil gözlü. Ve kalktı. Elleri ellerinde başladılar yokuş aşağı inmeye... Serinlik Meftûn için zindelik demekti. Yağmur hızlanmaya başlamıştı. Rüzgar şiddetlendi. Bir toz bulutu gibi ardlarından yakaladı Meftûnla yeşil gözlüyü sağnak...










Anafor-1 Whatsapp Gurubu

[25/3 14:39] Abdullah Kuloğlu: Fakat ne durumda olursanız olun biz burada müfredatı adım adım takip edeceğiz. [25/3 14:39] Abdullah Ku...